26 Mart 2012 Pazartesi

"......."

önüm arkam sağım solum .......

noktalı yere gelecek kelimeyi bilmiyorum. epey düşündüm ama bulamadım da. sobe mi? hayır, sobe değil. hem sobe güzel bir kelime ve ayrıca şu zamanlarda noktalı yere koyabilme ihtimalim olan kelimenin güzel olacağından da şüpheliyim. sabahtan beri yoğun olarak, fakat bir kaç zamandır ara ara bunu düşünüyorum "önüm arkam sağım solummmmm ......." 
offf, ne olabilir? ne? ne? ne?

"önüm arkam sağım solum sobe" diye bağır bağır bağırdığım günlerimi özlüyorum. aslında ben hiç özlemem çocukluğumu, neler oluyor bunu da bilmiyorum doğrusu. o zamanlar tek dert sobelemek ve sobelenmemek gibiydi sanki. oysa şimdi?

nereye baksam aynı duyguların içinde döneleyip duruyorum. dönelemek... bir fanusun içi gibi düşünün döneleme alanımı. ya da mesela küp filmini izleyen varsa şayet, filmde insanların içinden çıkmak için debelendikleri küpü. ne fark eder, ikisi de aynı hesap değil mi? olsun, ben yine de düşünün istiyorum. benim için düşünün. olmaz mı? benim için bir şeyler yapın istiyorum. çok şey değil canım, sadece düşünmek ve kendinizi benim yerime koymak. "empati" diğer adı. sonra da yükses sesle "önüm arkam sağım solum" deyin lütfen. belki sobenin yerine uyduramadığım o kayıp kelimeyi siz bulursunuz. yine benim için.

haydi lütfen.. yüksek sesle; "ÖNÜM ARKAM SAĞIM SOLUM ......."

18 Mart 2012 Pazar

Bahar tadındaydı gün!

"Yaşasın Newroz!" Diye sloganlar patlatarak başlıyorum ne yazacağımı bilmediğim, hangi konuları aktaracağımı önceden planlamadığım yazıma. Yaşasın Newroz! Adına yakışan bir gündü bugün. Işıl, ışıl, güneşli, ılık mı ılık bir hava vardı bugün. Nerede? İstanbul'da. Başka yerleri bilmiyorum. İstanbul bugün çokkk fenaydı beee. Hem karışıktı savaş tadı vardı. Hem de cıvıldıyordu. Soluduğumuz ve temas etmek durumunda kaldığımız göz yaşartıcılara rağmen her şey ne güzeldi ama. Patır patır ayak sesleri ne güzeldi. Sloganlar ne güzeldi. Bir ara o sesleri bastırmak için yaramazlık bile yaptık :)) Ahahah, ne yaptığımızı söylemeyeceğim ama. Dışarıdaki sesler kâh yükseliyordu, kâh kayboluyordu. Yaşasın Newroz! :)))

Sakinleşince ortalık bıraktık kendimizi harika bir uykunun kucağına. Sonrasında da hadi çıkalım dışarı dedik ve turladık İstanbul'u. "İstanbul güzel tabii, hem de çok... Ama sanırım benimle daha güzel." dedim bugün eşime :) Bugün ben yine çok güzeldim çünkü. Narsist biri değilim aslında. Kendini seven diyelim bana. Kendi ile barışık. Komplekssiz. Önceki yazımda mı bahsetmiştim kompleks olayından kısaca? Sanırım evet. Ama inanın tahammül edemiyorum o tür kişiliklere. "Hasta ruhlular" deyip çıkıyorum işin içinden.

Neyse.... Bir dolu kitap aldım kendime bugün. Yine felsefe kitapları. Freud'un aldım bu sefer. Bilmeyen yoktur Sigmund Freud'u. İnsanları tanımakta ve analiz etmekte inanılmaz yardımları oluyor kitaplarının. En zor canlıdır insan. Sürekli değişirler. Bilirsiniz yaşanmışlık yetmiyor çoğu zaman çözmek için insanları. Özellikle kişilik sorunu yaşayan zavallıları. Kendini geliştirmenin zor olmadığını düşündüğüm için kişilik sorunlu zavallılar diyorum o insan türleri için. Yerinde saymayı sever bu tür. Gelişmemekten yanadırlar. Bir kaç üniv. dahi bitirseler o beyinleri kalır öyle büyümez.

Böyle işte. Ya da öyle işte :)

Uykum geldi. Yatmalıyım. Herkese güzel bir hafta olsun mu? Olsun tabii ki.

İyi haftalar efendim. Çevrenizden aklı başında ve güzel insanlar hiç eksik olmasın.

15 Mart 2012 Perşembe

Pişmanlık ve Öfke

"Ne zamana kadar sürecek bu benim çilem?" diye sorduğunda ona verecek yanıtımın olmadığını ve acımasız bir şekilde neredeyse sürekli tekrarlayıp durduğu aynı konudan hızla uzaklaşmak ve bir daha da duymak istemediğimi fark ettim. Maalesef sonrasında bunu ona da fark ettirdim.

Genelde insanları kırma taraftarı olmamama rağmen bunu çok kolaylıkla yapabildiğimi biliyorum. Kırmak için değil. İstemediğim herhangi bir şeye maruz kalmak işime gelmediği için. İnsanların saçmalıklarına tahammül edemediğim ve etmek zorunda olmadığımı bildiğim için. Kimsenin beni zorla bir kalıba sokmasına göz yummadığım ve asla yummayacağım için. Kısacası onun ya da bunun için insanları kolaylıkla kıra biliyorum. Tabii tekrar altını çiziyorum "amacım kırmak değil, bir nevi hadlerini bildirmek, tahammülsüzlük veya olması gereken diyelim".

Kimileri pek bir hevesli boynunuza ımmsss ne derler boyunduruk mu? Sanırım evet... Cümleyi baştan yazıyorum. Kimileri pek bir hevesli boynunuza boyunduruk takmaya. Neden? Çünkü kendileri gibi, ya da kendilerinden daha basit, yönlendirebilecekleri veyahut her konuda akıl verebilecekleri işte bu yüzden de yanınızdayken kendilerini çok güçlü ve mutlu hissedecekleri kişiler isterler yanlarında. 

Genelde kompleksli kişi tavrıdır bunlar. Kompleksin ve EGO'nun esir aldığı kişiler hayatın yazık ki geçişini takip edemezler. Onlarda "3 günlük dünya, güzelliklerini yaşayalım bu hayatın" gibi bir düşünce yer almaz. Hatta bu söz konusu bile olamaz. Kıskançlıkları yüzünden o kadar çok şeyi kaçırırlar ki. Aslında oturup acınası zavallı hallerine ağlamaları gerekir. Ama olmaz, bunu çok sonra yapacaklardır. Ölmek üzere iken almakta zorlandıkları nefes anımsatacaktır bu duyguyu o kişilere. O yarım yamalak alınamayan nefes onlara "ben ne yaptım? hayatımın nasıl içine sıçtım? vah vah, ömrüm nasıl da boşa gitti." dedirtmezse şerefsizim. O insanlara acımayacağım. Bir tanesine acımadım işte. Geçen hafta ölen amcam o kişilerden birisi. Çocukluğumda veya yetişkin halimde amcama dair iyi hiç bir anı yok. Var olanda da "günah çıkartıyordu" diyerek çıktım işin içinden. Bunu bildiğim ve denenmiş olduğu için şimdi yine üstüne basa basa diyorum ki; "BU BAHSETTİĞİM TÜRDEKİ İNSANLARA ACIMAYACAĞIM. NE HALLERİ VARSA GÖRSÜNLER!". Denendi, tartıldı ve biçildi.

Bu akşam market alışverişimi yaptıktan sonra kasada ödeme için beklerken arkamdan birisinin "hanımefendi çocuk acele ediyor izin verirseniz hemen ödeyelim de çıkalım" demesi üzerine kenara çekildim. Çocuk gerçekten de acele ediyordu. Elinde bir jelibon vızırdanıyordu. Baba, anne ve çocuktular. Anne enteresandı, baba desen ondan daha bir başka. çocuksa sanki çocukları değildi de emaneten birisinden alınmış gibi. İncelemeye aldım her üçünü de. Anne oldukça süslüydü. Çocuk konusundaki düşüncem anne konusunda da benzerdi. Sanki konu komşudan emaneten alınmış şeyleri takmış takıştırmıştı. Sağ ayağı aksıyordu. Topuklu ayakkabı giymişti. Saç boyası epey kötü bir hal almıştı. Yanımdan geçerken ki yaydığı ter kokusu beni "lan sıramı vermeseydim mi ki acaba?" düşüncesine sürükledi. Bazen bir pislik olabiliyorum. Bu huyum var. Böyle düşündüm evet. İnkar edecek halim de yok zaten bunu. Sonra adamı inceledim. Kasada o duruyordu, kadın ilerlemişti. Parayı uzatırken gördüğüm ellerinden zor bir iş yapmadığı belliydi. Hani tamir, torna, marangoz ya da elleri bir süre sonra nasırlaştıran türden bir meslekten bahsediyorum. Ama onda da bir gariplik vardı. Sonra çocuğa takıldı gözlerim. "Dost başa düşman ayağa" mı derler? İnanın o yüzden değil, kış günleri hep ayaklara bakarım ben. Baktım yine. Pişman oldum. Baktığıma değildi pişmanlığım aslında. Bakıp da geçmiş olmamaydı. Abartmıyorum, çocuğun ayağında yanları delikli yazlık bir ayakkabı vardı. Hem de en az iki numara büyüktü ayaklarına. Baktım ve şaşırdım. Şok yaşadım, üzüldüm. Ne diyeceğimi bilemedim. Cebimdeki 100 lirayı mı çıkarıp versem? Yoksa götürüp hemen bir mağazadan o küçük ayaklara ayakkabı mı alsam diye düşünürken çocukluğuma gitti aklım. Bir dönem babamın bozulan işlerinden dolayı kuzenimin artık ona olmayan ayakkabılarına muhtaç kalmışlığıma. Evet, bir dönemdi bu. Hayatımın en kötü yegane dönemi. Hani derler ya "sadece çorba içiyorduk, o da memleketten geliyordu" diye. Hah işte, o hesap. Sadece çorba içtiğimiz dönemlerdeyken ben bir baktım ne çocuk kalmıştı yanımda ne annesi ne de babası. Kalan sadece pişmanlığımdı. Elimi o çocuğun ayaklarına değdirmemiş olmaktan dolayı bu pişmanlığım. Ve öfkeliyim de kendime. Bu çok kötü bir duygu. Pişmanlık + Öfke. Ama yine de gururluyum bunlardan dolayı. 

Tüm pişmanlıklarınızın benzer olması dileğiyle. Gittim ben, baş baş..